02 Ekim 2025 Perşembe
Kitabın bir bölümünde geçen şu cümle aklımıza kazındı:
“Kimseden hiçbir şey beklemiyorum. Böylece hayal kırıklığına uğramıyorum.”
Aslında ne kadar yalın ama bir o kadar da çarpıcı bir gerçeklik… Hayat çoğu zaman bizim isteğimize göre değil, kendi akışına göre ilerliyor. Biz ise çoğu kez başkalarının davranışlarından, dünyanın bize sunduğu şartlardan büyük beklentiler içine giriyoruz. Bu beklentiler karşılanmadığında ise hayal kırıklıkları kaçınılmaz oluyor.
Oysa beklentileri azaltmak, aynı zamanda hayal kırıklıklarını da azaltmak demek. Bu yaklaşım, kişiyi içsel olarak güçlendiriyor ve özgürleştiriyor. Başkalarının tavırlarına göre değil, kendi iç sesine göre yaşamanın kapısını aralıyor. Bu da hayatı daha sade, daha huzurlu kılıyor. Gerçek özgürlüğün başladığı yer belki de tam olarak burası.
Şeker Portakalı’nı her okuduğunuzda farklı bir ders çıkarabilirsiniz. Ama bu kez satırlardan bize kalan; yaşamın, beklentilerin gölgesinde değil, iç sesimizin rehberliğinde çok daha anlamlı olacağıydı.
Belki de bizlere düşen, hayatın akışına güvenmek ve beklentilerin yükünden biraz olsun sıyrılmak… Çünkü bazen en büyük huzur, hiçbir şey beklemeden gelen küçücük mutluluklarda gizlidir.
6 Şubat’ta yüzyılın en büyük bir deprem yaşadık. Yıkılan şehirler, yerle bir olan hayatlar, enkaz başında bekleyen umut dolu gözler hâlâ hafızamızda. O günlerde hepimiz tek yürek olduk. Ama sonra? Kaçımız hâlâ o enkazdan kurtarılan çocukların hayatını takip ediyor, kaçımız hâlâ barınma sorununa çözüm arayan ailelerin yanındayız?
Daha yeni, Kartalkaya’daki yangınla bir otel alevler içinde kaldı. Günlerce haber oldu, videolar paylaşıldı, öfke dolu yorumlar yazıldı. Peki sonra? Kaçımız hâlâ orada hayatını kaybedenlerin ailelerine kulak veriyoruz? Ya yerleşim yerlerine kadar ulaşan orman yangınları?
Her yıl binlerce kadın ve çocuk cinayeti işleniyor. Bir gün sosyal medyada paylaşılıyor, ertesi gün başka bir haberin gölgesinde unutuluyor. Trafik kazaları, şehit haberleri… Birkaç gün toplumun gündeminde kalıyor, sonra sessizliğe gömülüyor.
Ve sadece ülkemiz değil, dünya da aynı kısır döngünün içinde. Savaşlarda sivillerin hedef alındığı haberler geliyor. Çocuklar ölüyor, kadınlar mağdur oluyor. Birkaç gün konuşuyoruz, sonra bir başka krize yöneliyoruz.
İşte tam da burada mesele şu: Biz “gündemi sahiplenmiyoruz, tüketiyoruz.” Birkaç paylaşım yapıp içimizi rahatlatıyoruz. Öfkemizi sosyal medyada akıtınca görevimizi yapmış gibi hissediyoruz. Ama asıl görevimiz orada başlıyor: Takip etmek, dayanışmak, hafızayı diri tutmak.
Özellikle duyarlı kalmaya çalışanlar için bu döngü yıpratıcı. Çünkü öfke ile yapılan paylaşımların ardından gelen yalnızlık ve anlaşılmama duygusu, zamanla duyarsızlaşmaya yol açıyor. Ve işte en tehlikeli olan da bu: Toplumun en duyarlı insanları bile yavaş yavaş susmaya başlıyor. İçsel çaresizlik derinleşiyor.
Oysa gerçek değişim, sadece paylaşmakla değil; takip etmekle, dayanışmakla, sürdürülebilir bir eylem planı ile mümkün.
Paylaş tuşuna basmadan önce kendimize sormalıyız:
Bu öfke gerçekten bir çığlığa mı dönüşecek?
Yoksa algoritmalar arasında kaybolup gidecek bir yankı mı olacak?
Unutmayalım ki bir haberi gündemden silinmeye bırakmak, bir insanın hikâyesini yarım bırakmaktır.
Gündem tüketicisi olmayı bıraktığımız gün, gerçekten değiştirme gücümüzü hatırlayacağız.
Son zamanlarda şiire merak saldım ve şiirlerden yola çıkarak iş ve özel hayatımız için gönderilen mesajları daha derinlemesine nasıl yorumlarım diye düşünürken yakalıyorum kendimi.
Berivan Atlı “Mucize” kitabında şöyle diyor,
“Kendini düzeltmeye çalışma
Eğri olan sen değilsin
Yanlış olan da
Herkes kendine göre dağınık zaten
Mükemmel olan göklerde
Ve toprağın altında bekleyenler
Kendini düzeltmeye çalışma
Zaten böyle olduğun için eşin benzerin yok
Seni sen yapan her şeyin mührü sende
Sen daha doğmadan kuruldu dünya
Hükmün olduğu zamanda yaşamaya geldin
Niyetliysen eğer
Elindeki anahtarların hepsini dene
Tüm kapıları açmak için
Elbet bulacaksın sebebini
Elbet bulacaksın kilitler açıldığı zaman
Aradığın seni.”
Hayatımın birçok döneminde mucizeler deneyimlemiş biri olarak bu kitap bana çok özel geldi.
Aslında bu şiir bize hem özel hayatımızda hem de iş dünyasında kusursuzluk baskısının yanıltıcı olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.
Özel hayatta; kendimizi sürekli düzeltmeye, hatasız görünmeye çalışmak çoğu zaman bizi yorar. Oysa ilişkilerde değerli olan, kusurlarla birlikte var olabilmek ve doğal halimizle sevilmektir.
İş dünyasında ise “hatasız iş” ya da “mükemmel çalışan” beklentisi, çalışanları baskı altında bırakır. Halbuki yaratıcılık, verimlilik ve yenilik; çoğu zaman hataların, denemelerin ve dağınıklığın içinden çıkar.
İnsan olmak, hata yapmayı; öğrenmek, kusurlarıyla değerli olmayı içerir. Şiir, bize şunu fısıldıyor bence, aradığın, hep olduğun kişide zaten var.
Özel hayatta da iş hayatında da kusursuzluğu kovalamak yerine, özgünlüğü ve insani yanlarımızı kabul etmek hem bizi hem de çevremizi özgürleştirir daha iyi ve mutlu hissettirir. Zaten bu duyguların olduğu yerde başarı kendiliğinden gelir.
Kendinizi ait olduğunuzu hissettiğiniz yerde yaşamanız ve kariyerinize devam etmeniz dileğiyle
Sevgiler mucizeler sizin elinizde….